"Üç Renk: Mavi" Film Yorumu: Üçüncü Şahsın Filmi
- Alphonso
- Jul 13
- 4 min read
"gözlerin gözlerime değince, felâketim olurdu ağlardım." - Attila İlhan, Üçüncü Şahsın Şiiri

Kieślowski'nin 1993 yapımı filmi Mavi, veya sizi 10 kat daha havalı gösterecek olan orijinal ismiyle Trois couleurs: Bleu, insan duygusal varlığının vazgeçilmez bir yanı olan hüzün duygusunun hem birey hem de bireyin toplumsal gölgesi üzerinde yarattığı baskıyı, sade olduğu kadar etkileyici olan mavi bir filtre ile ele alan bir başyapıt. Oyuncuları Fransız, yönetmeni Polonyalı, yapımı İsviçre ortaklığında olan filmin setinde Almanca konuşulduğu bilgisini de yazımıza başlamadan buraya alakasızca koyduktan sonra (çünkü neden olmasın?) yazımıza, bu usta yönetmenin filmlerini özel kılan bir unsurdan bahsederek başlamalıyız. Kieślowski, kendi filmleri hakkında konuşurken sinema sanatının ilkelliğinden ve bir mesajı anlatma konusundaki yetersizliğinden bahsediyor. Özellikle modern sinemayı işgal eden ve yine de milyonlar kazanan anlamsız film denemelerini göz önünde bulundurduğumuzda, Kieślowski'nin anlamlı bir mesaj anlatabilme konusunda endişelenmesi gereken son kişi olduğunu düşünsek de, duyduğumuz saygıdan dolayı onun filmini onun tarzıyla yorumlayacağız. Nazikçe ve emekle yoğurulmuş bu başyapıtı fazla karıştırmadan, hissettirdikleriyle ve çağrıştırdıklarıyla inceleyeceğiz. Karşınızda Fransız bayrağının sol 1/3’ünü, dünyamızı ve hislerimizi boyayan renk: Mavi.

"Her insanın hayatı, filmi yapılmaya değecek kadar sır ve drama içerir," diyor Kieślowski ve bu sözünü yönetmenlik kariyerinin merkezine yerleştiriyor adeta. Sıradanlıkların uyumundaki sıradışılığı arıyor kamerasıyla. Üçlemenin ilk filmi oluşuyla hep biraz çekimser duran Mavi ise Kieślowski'nin felsefesinin belki de en iyi örneği oluyor. İşte bu yüzden de yazımızda Mavi'ye, rutin hayatın sıradışılığı ve her gün gördüğümüz insanların benzersizliğiyle yaklaşacağız. Nitekim Kieślowski'nin sanat anlayışını anlamak bu yoldan geçmektedir. Aynı zamanda "Mavi film yorumu" yazdığınızda 0.28 saniyede 25.900.000 arama sonucu çıkması da basit bir film yorumu yazmayı anlamsızlaştırıyor ki bu nedenle bu sıradışı filmi sıradan kriterlerle sınamamız gerekiyor.
Kocası ve kızını bir trafik kazasında kaybeden Julie’yi çekerek başlıyor film ki bir daha asla ayrılmıyor Kieślowski’nin kamerası ondan. Bu bağlamda Julie filmin tek ana karakteri. Film başladığı andan son sahnesine kadar Julie’nin üzerindeki kederi ve üzüntüsünün yarattığı tutsaklığı kırmaya çalışmasıyla geçiyor. Julie’nin özgürlük arayışı, Fransız ilkelerinden özgürlüğün rengi mavi ile bir kimlik buluyor kendine filmde. Bu açıdan film aslında Julie ve özgürlüğü arasında geçen bir diyalog gibi. Julie her eyleminde onu arıyor, mavilerin ardında saklanan özgürlük ise bir saklambaç oynuyor adeta. Film ilerledikçe Julie, özgürlük hissi ile arasında engel olan hüzün ile yüzleşiyor ve sonunda hüznünün gölgesinde kalan özgürlüğüne kavuşuyor. Tıpkı özgürlüğü gibi hüznü de kendisinin bir parçası olan Julie, bu ikisi arasındaki savaştan özgürlüğünü kazanarak ancak hüznünün temellerini oluşturan geçmişini kaybederek yaşıyor. Kocasına olan bağlılığı ve hayata olan umudu sarsılıyor. Julie’nin geçmişiyle olan mücadelesi, annesinin hastalığında hissettiriyor kendini seyirciye ki bu noktada Kieślowski'nin sinema anlayışından bir kez daha bahsetmemiz gerekiyor. Her ne kadar annesinin demansı ve Julie’nin geçmişi ile olan mücadelesi birbirinden kopuk gibi dursa da Kieślowski bu noktada mantık ile değil çağrışımlarla birbirine bağlanmış bir olaylar dizisini anlatmayı hedefliyor. Benzer bir şekilde, Julie’nin geçmişi nedeniyle yaşadığı hüznü atlatma çabası, onun filmde "akış dışı" duran davranış ve sözleriyle kendini gösteriyor. Hiçbir şeye ilgi duymazken çöp atan bir kadına yakınlık hissetmesi, kocasından bahsettiği nadir anlardan birinin onun anlattığı bir fıkra olması gibi anlamsız durabilecek noktalar, Kieślowski'nin bu anlamsızlık hissini Julie’nin iç dünyasındaki anlam arayışı ile çağrışımsal olarak bağdaştırmasının izlerini oluşturuyor. Filmin dikkat çekici bir diğer yanı ise bu ayrıntıların adeta sonsuz oluşunda. Filmdeki her nota, her kare, her sahne, her söz seyirciye (herkes için farklı şeyler olsa da) bir şey çağrıştırıyor ve seyirci tüm bunları kendi iç dünyasının özgüllüğünde Julie ile bağdaştırabiliyor. Bu açıdan Kieślowski aslında "ilkel" olarak tanımladığı sinema sanatını çıkarabileceği en üst mertebeye çıkarmış oluyor. Tıpkı bir anlam çıkaramadan saatlerce bakabileceğiniz bir tablo veya bir mesaj çıkaramasanız da defalarca dinlediğiniz bir şarkı gibi, Kieślowski de net bir mesajdan yoksun olsa da herkes için farklı olacak binlerce mesajı 90 dakikaya sığdırmış oluyor. Her ne kadar film "özgürlük" temasını keskin bir kesinlikle ele alıyor olsa da net bir iletiye sahip olmayı reddediyor. Bu nedenle de iletinin aktarıcısı olan her bir unsur da ileti ile birlikte netliğini kaybediyor ve birbiri arasında kaybolmuş birer unsura dönüşüyor. Film Fransa’da geçtiğini unutturuyor, olayların hangi yılda yaşandığını tahmin edemediğimiz bir evrensellik yakalıyor. Hepsinden daha etkileyici olanıysa, film süresince odaklanılan tek karakter bulunsa da film adeta karaktersiz bir yapıta dönüşüyor. Julie kuşkusuz bir şekilde filmin ana karakteri olsa da film bittiğinde akılda her karakteriyle bir bütün olarak tek bir film kalıyor. Kieślowski bu etkiyi filmin sonundaki sekansla taçlandırıyor. Ardı ardına geçen karakterlerin bireysellikleri bu sekansla parça parça yerine oturur ve ortaya tamamlanmış bir bulmaca çıkar.

Mavi, bu bakımdan kurallar çerçevesinde oluşturulmuş bir filmden ziyade izleyici ve karakterler arasındaki duygu alışverişinden meydana geliyor. Bize özgürlüğün alçakgönüllü sıcaklığını gösterdiği gibi özgürlüğe giden yolun maviliğini ve soğukluğunu da gözler önüne seriyor. Her ne kadar seyirci net bir cevapla filmi bitiremese de, film sonunda bizleri kendi cevabımızı oluşturabilecek düşünsel derinliğe indiriyor. Üretimin hızla tekelleştiği, tüketimin yüceltildiği, kaliteli üretim yapan azınlığın ezildiği, ucuz ürün üreticilerinin kitleleri peşine taktığı günümüzde de film bu yönden hiç olmadığı kadar değerli. Seyirciye basmakalıp bir cevap vermektense, düşünmeye sevk eden bu başyapıt, ağır temposu ile günümüzü ışıldatmıyor olsa da sahte ışıklarla kirlenmiş zihinlerimizde bize gölge oluşturmasıyla belki de en zoru başarıyor. Film, sinema sanatının özlerine geri dönüyor ve hayatın sıkıcı güzelliğinin farkına varmamıza aracı oluyor. Spot ışıkları altında değil, mum ışığı ile yaklaşıyor gerçekliğe Kieślowski. Bu şekilde de Mavi, ulaşılamaz hayallerin değil gözden kaçan gerçeklerin, ana karakterlerin değil üçüncü şahısların, bizlerin filmi oluyor.
Eğer sinema sanatının güzellikleri arasında dolaşmaya devam etmek isterseniz:
Comments